Ahmed Husrev Efendi, h.1315/ m.1899 senesinde Isparta’nın Senirce Köyü’nde dünyaya geldi. Babası, Osmanlı Devleti’nin son dönem Isparta vâlilerinden Hacı Edhem Beyin torunu Mehmed Bey olup, annesi Ayşe Hanımefendi idi.
“Yeşil Sarıklılar” nâmıyla bilinen ve Isparta eşrâfından olan baba tarafının şeceresi Hz. Ebûbekir’e (ra) dayanmakta; anne tarafı ise, yine asil bir sülâleye mensûb olarak evlâd-ı Resûl’den, Hz. Hüseyin’den (ra) gelmekte ve ecdadı “Hâfız-ı Kurrâlar” diye bilinmekte idi.
Hazret-i Üstâd’ın Barla’ya sürgün olarak geldiği 1926 senesinde, gördüğü bir rüya üzerine onu ziyarete giden Husrev Efendi, bu târihten i‘tibâren onun ilk talebelerinden biri olarak hizmet-i Nûriyede Üstâdının hem istişâre arkadaşı, hem yardımcısı ve hizmetinin en önemli rüknü olarak yerini aldı.
Öyle ki onlar bu uğurda, hakāik-i îmâniye ve şeâir-i İslâmiyeyi muhâfaza ve i‘lân adına yasa dışı cemiyetçilikle, şerîatçılık ve hilâfet-i İslâmiyeyi te’sîs etme gāyesiyle devletin temel esaslarını değiştirmeye yönelik fa‘âliyetlerde bulunmakla suçlanıyor, bir mahkemeden ötekine taşınıyor, hukuk dışı kararlarla yıllarca hapis cezâsına mahkûm ediliyorlardı. Nûr talebeleri hizmet-i îmâniyeleri sebebiyle hapis ve sürgünlerle, sosyal ve ekonomik hayatları felce uğratılmakla ağır bedeller ödüyorlar, ama Risâle-i Nûr’dan aldıkları feyizle hizmetlerinde sebat ediyorlardı.
Çile kahramanı büyük Üstâd târîhçe-i hayatında, hayatının hulâsasını şöyle tasvîr eder:
“Seksen küsûr senelik bütün hayatımda, dünya zevki nâmına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esâret zindanlarında yahut memleket hapishânelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı. Dîvân-ı harblerde bir cânî gibi muâmele gördüm. Bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men‘ edildim. Def‘alarca zehirlendim. Türlü türlü hakāretlere ma‘rûz kaldım.”
Üstâd’ın çile dolu bu hayatına onun hemen yanı başında aynı gāye ve benzer çilelerle iştirâk eden talebelerinin başında Ahmed Husrev Altınbaşak geliyordu. O, Risâle-i Nûr’un Eskişehir, Denizli, Afyon gibi bütün mahkemelerinde Üstâdı ve sâdık Nûr talebeleri ile birlikte i‘dâm kasdıyla muhâkeme edilmiş, onun vefatından sonra da birçok cezâevi, ağır cezâlık duruşmalardan sonra yeni çilehâneleri olmuştu. Denizli Hapsi’ndeki zehirlenmelerini hıfz-ı İlâhî ile Üstâdla birlikte atlattıklarında, aynı hâdisede aralarından Hâfız Ali Ağabey’i şehîd vermişlerdi. Rahmetullâhi aleyhim.
Bedîüzzaman Hazretleri, tahammülü pek müşkil bu ağır şerâit altında sürgünden sürgüne sürüklendiği ve gözaltında tutulduğu yerlerde te’lîf ettiği Nûr risâlelerini mektublar hâlinde hizmet-i nûriyenin merkezi olan Isparta’da bulunan Husrev Efendi’ye gönderiyor, eserler Husrev Efendi’nin kontrolünde, Nûr talebeleri vâsıtasıyla bir taraftan elle yazmak sûretiyle ve bir yandan da teksîr makinesiyle çoğaltılarak Anadolu’nun her köşesine sevk ediliyordu.
Memleketin birçok köşesindeki Nûr talebelerinin yazdıkları mektublar da onun vâsıtasıyla Üstâd’a ulaştırılıyor, çoğu kez Üstâd’ın arzusuna göre cevablarını kendisi yazıyordu.
Hazret-i Üstâd bu vesîle ile kendisine “Gül Fabrikası” ünvanını verdiği Husrev Efendi’nin nûr hizmetinin sevk ve koordinasyonu noktasındaki bu vazîfesini şöyle anlatır:
“Husrev’i tashîhte ve tevzî‘de ve tedbîrde ve muhâberede ve Nûrların neşir ve yetiştirmesinde tebrîk ve muvaffakiyetine duâ ederiz. Bu ehemmiyetli vazîfelerle beraber; yine o şirin ve parlak kaleminin yazılarını çok nüshalarda görüyoruz.”
“Husrev’in dâimâ kerâmetli, isâbetli ve fâideli ve çok yüksek fikri, her vakit Kur’ân hizmetinde kıymetdardır.”
Bedîüzzaman Hazretleri, “Husrev münâsib görmediği kısmı ta‘dîl, tebdîl, ıslah edebilir” diyerek hiçbir talebesine vermediği bir selâhiyeti, eserlerine müdâhale etme selâhiyetini Husrev Efendi’ye vererek, onun Risâle-i Nûr hizmetindeki hayatî mevkiini bizlere göstermiş, Emirdağ’da zehirlendiği zaman onun kendi bedeline ölmek istediğini ifade eden mektubuna verdiği şu cevabla bu hususu bir kez daha te’yîd etmişti:
“Risâle-i Nûr’un kahramanı Husrev, benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samîmî ve ciddî istiyor. Ben de derim: Te’lîf zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne derece ziyâde ve neşre fâideli ise, hayatın dahi hizmet-i Nûriyede benim bu azablı hayatımdan o derece fâidelidir. Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim.”
Üstâdının Ta‘rîfiyle Husrev Efendi
Üstâd, Risâle-i Nûr hizmetinde temâyüz eden Husrev Efendi’yi bizlere tanıtırken, memleket çapındaki medrese-i nûriyesinde onu talebelerinin önüne bir mikyâs olarak koyuyor ve onlara Husrev Efendi’nin adı ve ölçüsü ile iltifât ediyordu.
Meselâ, Merhum Hasan Feyzî Ağabey, Üstâdı için ‘Denizli’nin Husrevi’ olmuştu. ‘Aydın ve havâlîsinin Husrevi’ Ahmed Feyzî Efendi idi. Kastamonu’daki hizmetleriyle Üstâd Hazretleri’ni memnun eden Mehmed Feyzî Efendi de onun için bir ‘Küçük Husrev’ idi. O, bu ünvanı iftihârla taşıyor, yazdığı mektubları ‘Küçük Husrev Mehmed Feyzî’ imzasıyla bitiriyordu.
İnebolu’lu Nazîf Çelebi’nin ünvanı ‘İnebolu Husrevi’, İnebolu’nun ünvanı ise ikinci Isparta idi. Kezâ Isparta’nın Kâtib Osman’ı ‘İkinci bir Husrev’dir. Emirdağ’da ve hayatının son senelerinde Hazret-i Üstâd’ın hizmetkârlığını ve şoförlüğünü yapmış olan Ceylan Ağabey ise Üstâdı nazarında ‘Küçücük bir Husrev’ idi. Birinci Tâhir ise, Hazret-i Üstâd için tam bir Husrev’dir.
Hazret-i Üstâd, Husrev Efendi’nin Risâle-i Nûr hizmetindeki mevkiini ve talebeleri nezdindeki mümtâz makamını gören ve bu hâli sarsmak için dessâs planlar tertîb eden mihrâkların oyunlarına gelinmemesi için talebelerini şöyle îkāz ediyordu:
“Gizli düşmanlarımız iki planı ta‘kîb ediyorlar. Birisi, beni ihanetlerle çürütmek; ikincisi, mâbeynimizde bir soğukluk vermektir. Başta Husrev aleyhinde bir tenkîd ve i‘tirâz ve gücenmek ile bizi birbirimizden ayırmaktır. Ben size i‘lân ederim ki: Husrev’in bin kusuru olsa, ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünki, şimdi onun aleyhinde bulunmak doğrudan doğruya Risâle-i Nûr’un aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azîm hıyânettir...”
Kabûl etmek lâzımdır ki, Bedîüzzaman Hazretleri’nin bu ifadeleri, herkes hakkında söylenebilecek basit iltifât cümleleri değildir. Zîrâ Üstâd Hazretleri, hizmetleri sebkat eden birçok büyüğümüze iltifâtkârâne teveccüh ederek hizmetlerini alkışlarken, hiçbiri hakkında bu keyfiyette ifadelerde bulunmamıştır.
Hiçbir ağabey hakkında bizlere, “Husrev gibi bir Nûr kahramanından benim yerimde ve Nûr’un şahs-ı ma‘nevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili olmasından hiç bir cihetle gücenmemek elzemdir” benzeri îkāzda bulunmamış, “Onun aleyhinde bulunmayı kendisi aleyhinde, hatta Risâle-i Nûr’un aleyhinde bulunmak”la denk tutmamıştır.
Hazret-i Üstâd’ın kendi beyânları başka delile, araştırmaya ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır ve Risâle-i Nûr’lar mîrî malıdır, ortadadır ve hiç kimsenin tekelinde değildir. O, bir vasiyet hükmünde Husrev Efendi’yi bizlere şöyle tanıtıyordu:
“Ben da‘vâ eder ve isbat ederim ki, bu soğukta soğuk muâmele gören ve millete ve vatana zararlı tevehhüm edilen ve vücutça hastalıklı bulunan Husrev (Sellemallâhü Teâlâ- Allah ona selâmet versin), Türk milletinin ma‘nevî büyük bir kahramanı ve bu vatanın bir halâskârıdır ve Türk milleti onun ile iftihâr edecek bir hâlis fedâkârıdır. Ve sırr-ı ihlâsa tam mazhar olduğundan benlik ve riyâkârlık ve şöhretperestlik bulunmaması cihetiyle, çok hizmet-i vataniye ve milliyesinden bir ikisini beyân etmek zamanı geldi.
Bu zât müstesnâ ve şirin kalemiyle nûrlardan altı yüz risâleye yakın yazmış ve vatanın her tarafına neşrederek komünist perdesi altında dehşetli ifsâda çalışan anarşistliği kırdı ve tecâvüzünü durdurdu ve bu mübârek vatanı ve bu kahraman milleti o zehirden kurtarmak için te’sîrli tiryâkları her tarafa yetiştirdi. Türk gençlerini ve nesl-i âtîyi büyük bir tehlikeden kurtarmaya vesîle oldu...”
“Şimdi Husrev gibi bir nûr kahramanı size ihsân edildi. Ben şimdiye kadar Husrev’i ehl-i dünyaya göstermiyordum, gizliyordum.. Hem ben, hem o, daha gizlemek değil…” diyerek onu bizlere tekrar tekrar tanıtırken; onun aleyhinde bulunmayı, Risâle-i Nûr’un ve kendisinin aleyhinde bulunmakla eşdeğerli tutuyor, bir kısım talebelerini gizli düşmanların planlarına aldanarak ihanet tuzağına düşmek ihtimâline karşı îkāz ediyordu.
Husrev Efendi, Nûr hizmetinin ilk günlerinden, Üstâd’ın dâr-ı bekāya irtihâline kadar ve onun sonrasında son nefesine kadar bu hizmetin her safhasında, her mahkemesinde bulunmuş, çilesini çekmiş mümtâz isimlerin en başında gelmektedir.
Bu yüzdendir ki umum nûr talebeleri içinde Risâle-i Nûr Külliyâtı’nda en çok ismi geçen odur.
Husrev Efendi’nin Risâle-i Nûr hizmetindeki bu yerini, şifâhî ve resmî kaynaklar da te’yîd etmektedir. Meselâ, Isparta Cumhuriyet Müddeî Umûmîliği’nin 954/311 esas ve 956/8 numaralı ve daha 1956 yılında Hazret-i Üstâd’ın hayatta iken Said Okur adıyla sanık listesinde bulunduğu iddiânâmede geçen şu ifadelerde Husrev Efendi’yi ta‘rîf eden satırlar câlib-i dikkattir:
“Maznûn Husrev Altunbaşak: 22 seneden beri Said Okur’u tanıdığı, kitablarını okuduğu, bu kitabları teksîr edip dağıttığı, Saîd-i Nûrsî’nin yazdığı mektubları dahi teksîr ederek isteyenlere gönderdiği, bu eser ve mektubları okuyanlara “Nûr Talebesi” adı verdikleri, Nûr Talebelerinin Saîd-i Nûrsî’yi Üstâd olarak tanıdıkları, bunların ma‘nevî topluluğuna Medresetü’z-Zehrâ adını verdikleri, Said Okur’la beraber müteaddid def‘a mahkemeye verildiği, hatta tevkîf edildiği, evinde yapılan aramada elde edilen eserlerin Said Okur tarafından kaleme alındığı, bu eserleri mûm kâğıt üzerine yazarak teksîr etmesi için maznûnlardan Tâhir Mutlu’ya yolladığı, evinde Saîd-i Nûrsî’ye âit mektublar bulunduğu, kendisine gönderilen bu mektubların ve havâlelerin Rüşdü Çakın adresine gönderildiği ve en eski, en fa‘âl nûrculardan olduğu, Saîd-i Nûrsî’nin en mu‘temed adamı bulunması dolayısıyla Üstâd-ı Sânî olarak tanındığı hususlarında maznûnun ikrârı ve şâhidlerin şehâdeti ve aramada elde edilen vesîkalar gibi deliller mevcûddur.”
Husrev Efendi’nin, gerek Hazret-i Üstâd’ın ve gerekse Nûr talebelerinin bu teveccühleri karşısında Üstâdına ve da‘vâ arkadaşlarına karşı hürmetkâr ve ihlâslı tavrı hiç değişmedi. Onun Hazret-i Üstâd’a yazdığı mektubları Risâle-i Nûr’un kıymetinin ifade edildiği vecîz rağbetnâmeler, hem talebelerin Üstâdlarına ve Risâle-i Nûr’a nasıl bir tavr-ı hürmet içerisinde olması gerektiğini gösteren âdâbnâmeler, hem de Kur’ân’ın sâhilsiz ummânından coşkuyla akan Nûr Risâlelerinin beşer ruhundaki te’sîrâtına şehâdet eden ihlâsnâmeler hükmündedir.
Üstâdına yazdığı şu mektub bunun güzel numûnelerinden biridir:
“Her tarafı ve her hâli kusur ve ayıbla dolu talebeniz, sevgili Üstâdının ayaklarının altına varlığını sermişti. Belki her gün, bu şiddetten daha büyük bir şiddetle muâmele görse ve hatta Üstâdı uğrunda, yüz bin hayatı olsa hepsini bile vermeye bilâ-tereddüd hazır olduğunu, sûrî değil, kalbî bir i‘tirâfla müheyyâdır.
Mücrim talebeniz senelerden beri Hâlikından bir hâmî istiyordu. Baştan aşağıya kadar siyahlıklarla dolu olan defter-i a‘mâlim tedkîk edilse, bu hususta ne kadar tazarru‘ ve niyâzım vardır ve ne kadar gözyaşlarım bulunacaktır. Kur’ânî hizmet uğrunda, arzın sekenesi kadar hayatım olsa, her birisini fedâ etmeyi, ne büyük saadet ve şeref kabûl etmişim.
Ey sevgili Üstâdım! Ey kıymetdar Hocam! Ey senelerden beri aradığım muhterem mürşidim! Ey azîz dellâl-ı Kur’ân!
Izdırablarımın sürûra inkılâb etmekte olduğunu hissediyorum.”
Husrev Efendi, Üstâdının Risâle-i Nûr’da te’sîs ve tesbît ettiği esaslarla mâhiyeti ve çerçevesi çizilmiş olan nûrânî ve Kur’ânî meşreb ve mesleğinden zerre mikdar ayrılmadan, ta‘vîz vermeden hizmet etmiş, binlerce genç Said’ler ve Husrev’ler yetiştirmiştir.
ÜSTÂD’IN VEFATINDAN SONRA RİSÂLE-İ NÛR HİZMETİ
Üstâd Bedîüzzaman Hazretleri’nin vefatından sonra, Risâle-i Nûr câmiası içinde değişik isimler altında farklılaşmaların ve gurupların ortaya çıktığı bir dönemde Husrev Efendi, Risâle-i Nûr hizmetine sadâkatle sâhib çıkmış ve onun aslî çizgisinden aslâ sapmamıştır.
Kendisini bir parça tanıyan herkesin teslîm ettiği üzere Husrev Efendi, Risâle-i Nûr hizmetinden ve hizmet-i nûriyenin düstûrlarından bütün hayatı boyunca kıl kadar ta‘vîz vermemiş, Üstâdından tevârüs ettiği hizmetini hiç bir ma‘nevî kire bulaştırmadan devam ettirmiştir.
Bu hizmetin düstûrlarına herhangi bir te’vîle girmeksizin tâbi‘ olmayı ve hizmet-i nûriyenin ruhu olan sünnet-i seniyeye ittibâı ve bid‘alara muhâlefeti esas maksad yapmıştır.
Husrev Efendi, hayatının lisân-ı hâliyle ortada olduğu gibi hizmetini maddeye tahvîl etmek değil, bil’akis servetini hizmetine fedâ etmiş, dünya cihetiyle bilinen zenginliğini aslâ yaşamamış, ablasının kendisine tahsîs ettiği mütevâzi‘ bir evde en mühim vazîfe-i hayatını bu hizmetin neşri bilmiştir.
Özellikle belirtmek gerekir ki üzücü ayrılıkların başladığı bir hengâmede Husrev Efendi, bir kısım da‘vâ arkadaşlarının kendisine muhâlefeti ve siyâsetin câzibesiyle ayrılması pahasına etrafındaki Nûr talebeleri ile birlikte bu nezîh hizmeti hiçbir siyâsî fitneye âlet etmemiş, Risâle-i Nûr hizmetinin siyâsete bakış istikameti çerçevesinde, o çalkantılı yıllarda bu Kur’ân hizmetini hiçbir siyâsî kuruluşun arka bahçesi hâline getirmemiştir.
Husrev Efendi, Nûr hizmetinin en önemli düstûrunu muhâfaza adına, bid‘alara aslâ tarafdâr olmamış, iç ve dış mihrâklara, siyâset dünyasının makam mansıb dağıtıcılarına ve güç odaklarına en ufak ta‘vîz vermemiş, hizmetinin izzetini hayatı boyunca muhâfaza etmiştir.
Bu asil duruşuyla Nûr hizmetinin sâlimen bugünlere ulaşmasına vesîle olurken, Üstâdının onun hakkında: “Sırr-ı ihlâsa tam mazhar olduğundan benlik ve riyâkârlık ve şöhretperestlik bulunmaması cihetiyle… benim yerimde ve Nûr’un şahs-ı ma‘nevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili” diyerek neden böylesine tezkiye ettiğini, vâkıa mutâbık sûrette hizmetiyle te’yîd etmiştir.
Zîrâ Husrev Altınbaşak, Üstâdı Bedîüzzaman Hazretleri’nden sonra onun dünyadaki vazîfe-i uhreviyesinin kuvvetli bir medârı ve tam yerine geçen hayrulhalefi ve Risâle-i Nûr eczâlarının en emîn sâhibi ve muhâfızı olmuştur.
Hâsılı, Husrev Efendi, Üstâdının Risâle-i Nûr’da te’sîs ve tesbît ettiği esaslarla mâhiyeti ve çerçevesi çizilmiş olan nûrânî ve Kur’ânî meşreb ve mesleğinden zerre mikdar ayrılmadan, ta‘vîz vermeden hizmet etmiş, binlerce genç Said’ler ve Husrev’ler yetiştirmiştir.
Bedîüzzaman Hazretleri’nin vefatından sonra, Isparta, Eskişehir, Bursa, Bergama ve Buca Cezâevlerinde çileli hayatına devam eden Husrev Efendi’nin 1971 yılında askerî muhtıra sonrasında, 72 yaşındaki ihtiyâr hâliyle 96 talebesi ile birlikte, bugün için îzâhı bile müşkil ağır şartlar altında mahkemeye verilip, sıkı yönetim mahkemesinde yedi yıl hüküm giymesi, onun o yaştaki mücâdele ruhunu ve anlayışını göstermesi bakımından bugün artık târihe mal olmuş bir ibret vesîkasıdır.
Hayatının son demlerinde hapisten henüz çıktığı yıllarda, talebeleri ile birlikte İstanbul’da Hayrât Vakfı’nı kurdu ve çok geçmeden 1977 Ağustos’una tevâfuk eden bir Ramazan ayında, arkasında binlerce yetişkin Nûr talebesi bırakarak âhirete irtihâl etti. Rahmetullâhi aleyh.
Husrev Efendi, hapis ve esâretlerle, ta‘kîb ve tazyîkātla dolu olarak îmân ve Kur’ân hizmetinde geçen mütevâzi‘ hayatının en büyük gāyesini, aynen Üstâdı Bedîüzzaman Hazretleri gibi, bütün İslâm büyükleri gibi “i‘lâ-yı kelimetullâh” bildi.
Onlar, himmetlerini milletleri büyüklüğünde tutabilmiş, katlandıkları bunca eziyeti ümmet-i Muhammed’in îmânının selâmeti uğruna helâl edebilmiş ve mahzâ rızâ-yı İlâhî istikametindeki cansiperâne bu hizmetlerini, hayatlarının en mühim vazîfesi telakkî etmiş ve dünyaya kıymet vermemiş mümtâz insanlardı.
Cenâb-ı Hak’dan niyâz ediyoruz ki, bizleri de Üstâdımız Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretleri’nin ve kendisinden sonra îmân Kur’ân hizmetini sarsılmadan devam ettiren Husrev Efendi’nin ve emsâli büyük zâtların sırrına mazhar eylesin.
Fitne-i âhirzamanın îmân-küfür muvâzenesinde bizleri o nûrlu hedeflerden ve rızâsı dâiresinde istikametten ayırmasın. Nûruyla yaşatsın ve o nûrla huzuruna alsın. Âmîn.
Münir Salih
Kaynak: irfanmektebi.com
Yorumlar
RSS beslemesi, bu iletideki yorumlar için.