“Ne yaş ne de kuru (hiçbir şey) yoktur ki, Kitâb-ı Mübînde (apaçık bir kitabda) bulunmasın (En’âm, 59)!” Bu âyette geçen ‘Kitâb-ı Mübîn’ tabirinin ilm-i İlâhî veya Levh-i Mahfuz mânâsına geldiği tefsirlerde beyân ediliyor. Yani denizde, karada, küçük, büyük, olmuş, olacak ne varsa hepsi ilm-i İlâhî’de mevcuttur. Kur’ân-ı Kerîm bunu pek çok âyetiyle ifâde ettiği gibi, kâinat kitâbı da nizam, mizan, intizam gibi hakîkatleriyle ilm-i İlâhî’nin her şeyi kuşattığını ilân ediyor. Ehl-i îman için bunu kabullenmekte bir zorluk yoktur. Zira bizler Cenâb-ı Hakk’a her şeyi ihâta eden isim ve sıfatlarıyla birlikte îman ediyoruz. Ancak yukarıdaki âyet-i kerîmede geçen ‘Kitâb-ı Mübîn’ tabiri bir görüşe göre Kur’ân’dan ibarettir. Şu halde bu âyet Kur’ân’da her şeyin bulunduğunu ifade ediyor demektir. Bu ise îzaha muhtaçtır.
Sarih ve İşari Mana Evet, Kur’ân’da her şey vardır. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazen çekirdekleri, bazen nüveleri, bazen icmalleri, bazen düsturları, bazen alâmetleri; ya sarâhaten, ya işâreten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ân’a münâsib bir tarzda ve iktizâ-yı makam münâsebetinde şu tarzların birisiyle ifâde ediliyor.
Mesela: Hz. Süleyman (as)’ın bir günde havada uçarak iki aylık bir mesafeyi gittiğini haber veren âyet insanların havada çok uzak mesafelere kısa zamanda gidebileceklerine, yani uçağa, Hz. Mûsâ (as)’ın asasıyla taşa vurup su çıkarmasını ifade eden âyet ile artezyene, Hz. Îsâ (as)’ın Allah’ın izni ile anadan doğma körlerin gözünü açması ve ölüleri diriltmesini anlatırken en müzmin dertlere çâre bulunabileceğine hatta ölüme dahi muvakkat bir hayat rengi verilebileceğine, Hz. Dâvud (as)’ın demiri eritmesini naklederken demirin beşer hayatında ne kadar önemli olduğuna, yine Hz. Süleyman (as)’ın bir vezirinin Belkıs’ın tahtını (aynıyla veya suretiyle) uzak mesafeden getirmesini anlatırken uzaklardan ses ve görüntünün hatta maddenin nakledilebileceğine, Hz. İbrahim (as)’ı ateşin yakmadığını anlatan âyet ile ateşe dayanabilen maddelerin olabileceğine işaret ediyor denilebilir. Evet, madem her bir âyet çok mânâlara delâlet edebilir. Ayrıca peygamberlere ittiba etmeye kuvvetli emir var. Öyle ise şu âyetlerin sarih mânâlarının yanında beşerin sanat ve fenlerinin mühimlerine işarî bir tarzda delâlet vardır denilebilir. Kur’ân’daki işarî manalar bunlarla sınırlı da değildir. Mesela: Mekke’nin fethi ve Müslümanların zaferi münasebetiyle nâzil olan Nasr Sûresi Allah’ın yardımını, insanların dalga dalga İslâm’a gireceklerini ifâde ederken sahâbelerin fetih müjdesi ile mesrûr olduğu bir zamanda Hz. Ebûbekir (ra) ve Hz. Abbas (ra)’ı ağlatan bu sûreden Peygamber (asm)’ın vefâtına iki sene kaldığını anlamalarıdır. Şöyle ki: Bu sûrenin istiğfara davet etmesinden Peygamber (asm)’ın vefâtına az bir zaman kaldığını, istiğfarı emreden âyete kadar sûrenin harflerinin altmış üç olmasından da vefat yaşının altmış üç olacağını fehmetmişler ve gözyaşlarına hâkim olamamışlardır. Yine aynı sûrede insanların dalga dalga İslâm’a gireceğini ifade eden
(اَنَّاسَ يَدْخُلُو شَف۪ي د۪ينِ اَللَّهِ اَفْوَاخً)
cümlesinin makâm-ı ebcedisi 1222 olup bu tarihe kadar fetihlerin ve İlâhî yardımın devam edeceğine ve ondan sonra bir derece duraklama ve gerileme döneminin başlayacağına işaret eder. Meselâ: Kevser Sûresi’nde Peygamber (asm)’a verilen bütün ihsanları, dolayısıyla fetihleri de ifade eden kevser , kevserin kime verildiğini ifade eden(اِنَّآاَعْطَيْنَاكَ)
deki(ك)
ve ne için verildiğine delalet eden(فَصَل)
'deki(ف)
ilavesiyle ebced değeri 857 olup Resûl-i Ekrem’in vekili olan Sultan Fâtih’in eliyle bu 857 tarihinde İstanbul fetholunup büyük bir mescid haline getirileceğine işaret ediyor. Kur’ân’da bu çeşit işarî manalar pek çoktur.
Herşey Kur'an'da hakkı kadar bulunur
Bu îzahlarla birlikte şunu da belirtelim ki, Kur’ân-ı Kerîm tarih, coğrafya muallimi değildir. Ancak âlemin nizam ve intizamından bahisle, Sâni’in mârifet ve azametini insanlara ders veren mürşid bir kitabdır. O hâlde sâir şeyler bu maksada hizmet ettiği ölçüde Kur’ân’da yer alacaklardır. Dolayısıyla Kur’ân niçin yukarıda saydığımız medeniyet harikalarından ve geleceğe ait meselelerden açıkça bahsetmiyor denilemez. Çünkü bu keşifler Kur’ân’nın esas maksatları açısından değerlendirildiğinde onların hakkı Kur’ân’da ancak zayıf bir işâret olabilir. Mesela uçak, Kur’ân’da kendisine bir mevki istese; elbette o dâire-i Rubûbiyetin uçakları olan yıldızlar, Kur’ân nâmına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin!” Eğer beşerin denizaltıları, Kur’ân’dan mevki isteseler; o dairenin denizaltıları (yani, hava ve esir denizinde yüzen) yerküre ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin, görünmeyecek derecede azdır.” Eğer elektrik lambaları, âyetlere girmek isteseler; o dairenin elektrik lambaları olan güneşler diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.” Eğer hârika ve ince sanatlar cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam taleb ederlerse; o vakit, bir tek sinek onlara “Susunuz!” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizin bütün sanatlarınız toplansa benim küçücük vücudumdaki ince sanat ve cihazlar kadar hârika olamaz.” ‘Şübhesiz ki Allah’dan başka kendisine yalvarmakta olduklarınız bir sinek dahi yaratamazlar; isterse bunun için hepsi toplansınlar!’ (Hacc, 73) âyeti sizi susturur.” Ayrıca din bir imtihandır, bir tecrübedir. Kimin daha iyi amel edeceği, bu imtihanın neticesinde ortaya çıkacaktır. Hem insanın istidâdı bu imtihan ile inkişâf edecektir. Eğer her şey açık bir şekilde herkesin anlayacağı tarzda Kur’ân’da bulunsa herkes ister istemez kabûle mecbur olur, imtihan bozulur. Hulasa: Kur’ân’da her şey kıymeti nisbetinde bulunur.