Nerede bir sülüs levha görsem, bir hattatı cezbeden şeyin kamış kalemin aharlı kâğıt üzerinde gezinirken çıkardığı o munis ses olsa gerek diye düşünürüm. Gizemli bir şeydir kalemin mürekkebi bünyesinde tutması, sonra o mürekkebin bin bir türlü emekle hazırlanan aharlanmış kâğıt üzerinde bir şekle bürünmesi. Hattın cazibesi işte burada olsa gerek! Bu üç nesnesin hattatın elinde estetik bir form girmesinde.
Yıl 2007. Hat sanatına karşı nereden geldiği belirirsiz bir isteğin peşinde giderken bir çeşit tevafukla tanıdım Hattat Mahmut Şahin'i. Üzerinde Arapça harflerle “Ah Teslimiyet” ibaresi yazılı olan bir tabloyu odama astığımda merakla incelemiştim hattat Mahmut'un imzasını. Daha sonra belediyenin açtığı meslek edindirme kurslarından hat kursuna başladığımda, o imzanın sahibi olan Mahmut hocayı karşımda bulacaktım. Bu modern zaman dervişi, bu hat sevdalısı adamın, artık başarısız da olsa bir talebesi sayılırdım. Talebeliğim kısa sürdü! Ama en azından bu kısacık zaman dilimi bana yaptığım işin hiç de göründüğü kadar kolay olmadığını idrak etmeme vesile oldu. Yazma aşkı, etrafı sabırla çerçevelendirilmiş bir maceradır. O sabrı bünyesine yedirene aşk olsun! Bu macerada, sadece “Rabbi Yessir”i geçmek bile acemi bir hattatın yıllarını alabilecek kadar büyük bir ağırlık yükler insanın omuzlarına.
Yaklaşık on altı yıldır bu işle uğraşan Mahmut Şahin, Hafız Mehmet Bahri'nin oğlu olarak Almanya'nın Duisburg kentinde dünyaya gelir. Öğrenimini İstanbul'da Vefa Poyraz lisesinde tamamlayan Şahin, ilk hat dersine, Caferağa Medresesi'nde hattat Aydın Ergün'ün rahlesinde rıka yazısıyla başlar. Ardından Hekimoğlu Ali Paşa Camii'nde, adı son zamanların en önemli hattatları arasında geçen Hamit Aytaç'ın talebesi, Hüseyin Kutlu beyefendiden sülüs – nesih dersi alarak yazı çeşnisini artırır. Talik yazıya ise ünlü hattat Necmeddin Okyay'ın talebesi olan Prof. Dr. Ali Alpaslan'ın Süleymaniye Kütüphanesi'nde verdiği derslere iştirakiyle başlar. O, artık hat sanatında bir silsilenin devamıdır. Hat sanatındaki hoca talebe ilişkisi tıpkı tasavvufun seyr'i sülûkuna benzer bir silsile biçiminde ilerler. Yani kimin talebesi olduğun ve hangi silsileyi devam ettirdiğin önemli. 2002 yılında “sülüs – nesih” dalında Hüseyin Kutlu'dan, 2004 yılında ise talik yazıda, divan edebiyatı alanlında da hayli güzel eserler veren Prof. Dr. Ali Alpaslan'dan icazet alır. Artık talebelik dönemi ( ki bu dönem asla bitmez) prosedür gereği bitmiş, usta bir hattat olarak sırada bu işin yeni nesillere aktarımı kalmıştır.
Hattan Mahmut Şahin'in kendine özgü birçok özelliğinden bahsedilebilir. Yazma hususunda oldukça cömerttir. Hat sanatını maddi bir kazanç kapısı yaparak esnaf adamlığı olmaktan itina ile kaçınmıştır. Neşeli, keyif dolu bir anlatımı vardır. Bir yandan yazarken diğer yandan da öğrencilerine heyecanlı meseleler anlatmaktan geri durmaz. Bu özelliklerin en kayda değeri ise hat konusunda gösterdiği engellenemez iştiyakı sayılabilir. Şahin, her türlü zorluğa rağmen İstanbul'dan kalkıp İzmit'e, Orhangazi'ye, Bursa'ya ve hatta Eskişehir'e günübirlik gidip gelmelerle oradaki talebelere hat sanatını ulaştırmaya çalışan gönüllü bir hat işçisidir adeta. Bu olağanüstü gayretinin altında ise elbette hocası Prof. Dr. Ali Alpaslan'ın talebelerine verdiği bir öğüdü yatar.
Bir gün Ali Alparslan'dan Anadolu'da bir üniversitede ders vermek üzere hoca istenir. Bu teklifi ilettiği talebesinden gelen cevap hocayı çok üzer: "Biz oturduğumuz yerden yeteri kadar para kazanıyoruz. İl il dolaşmanın bir manası yok." Alparslan hoca, 'Her şey para mıdır?' diye derin bir üzüntüye kapılmıştır. Daha sonra birkaç öğrencisine bu kırgınlığını aktarır ve "Herhangi bir maddi probleminiz ve eşinizle alâkalı bir sorununuz yoksa bu sanatları Anadolu'ya taşımalısınız. Çünkü orada böyle bir imkân yok. Sizin bir tarafınızda Hüseyin Kutlu, bir tarafınızda Hasan Çelebi, bir tarafınızda da Fuat Başar var. Bu yüzden bu sanatları öğretmezseniz vebal altında kalırsınız." diye öğütler.
Hattat Mahmut Şahin, yıllar sonra Ali Alparslan'ın bu sözlerini düstur kabul ederek 2004'te Anadolu'ya doğru yola koyulur. Çeşitli illerde hocası Hüseyin Kutlu'nun himayesinde dersler verir. Şahin'in bu çabaları, geçtiğimiz yıl Bursa'da daha da köklenir ve Bab-ı Nun Atölyesi'ni açmaya kadar uzanır. Hat, bu filizlenme ile diğer klasik sanatları da çekmeye başlar. Böylece bu güzel sanatı İstanbul'un dışına da taşımaya başlar.
Hatta Mahmut, hat konusunda talebelerini gayrete getirmek için bir yandan bu sanatın görkemli güzelliğini görünür kılarken bir yandan da hatla alakalı olarak edindiği kültürel birikimini tamamıyla ortaya serer. Hat konusunda ciddi bir arşive sahiptir ve bu konuda gerekli olan bütün envanteri ortaya sermek hususunda hiçbir beis görmez. Bir işte ustalaşmanın kibre bulanmış gizli saklılığı yoktur onda. Ben, ilk olarak Türk şiirinin usta şairi Ece Ayhan'a ait bir kitap ismi olarak duymuştum “Kolsuz Bir Hattat” ibaresini. Meğer gerçekten de tarih denilen o tozlu sayfada kolları olmadığı halde hatla uğraşan bir adam yaşamış. Kolları olmadığından hat sanatını ayak parmaklarıyla icra eden biri bu. Biz talebelerinin tembelliği ve işin zorluğuyla ilgili şikâyetleri üzerine Mahmut hocadan duymuştum böyle bir adamın hikâyesini. Hikâye şöyledir; aslen Bolulu olan Bi Desti Bi Pa Mehmed Efendi hat merakı yüzünden İstanbul'a gelir ve Soyulcuzade'den hat eğitimi almaya başlar. Elleri ve ayakları olmayan bu meraklı sanatkâr, hat icrasını iki bileği arasına sıkıştırdığı bir kalemle yazar. Yazmış olduğu bir En'am-ı Şerif dönemin padişahına gösterilir ve huzurunda bir satır sülüs ve iki satır nesih yazdırılır. Bu haliyle padişahın ilgisini çeken bu adam ömrünün sonuna kadar maaşa bağlanarak ihsanlarda bulunulur. Yeter ki azimli ol! O azim varsa eğer kolun olmasa da olur! Ayağınla yazarsın ama yine de yazarsın!
Yavuz Altınışık
dunyabizim.com'dan alıntıdır